16 Kasım 2010 Salı

Kariyerizm: Kurumsal Kölelik













Daha önce sizlere ulaştırmış olduğum “Kapitalizm: Özgür Kölelik” isimli yazımda kapitalizmin bizleri nasıl köleleştirdiği meselesini anlatma işini bitirmiş olduğumu düşünerek başka konulara yönelmiştim. Zaman içinde okuyuculardan gelen istekler ve bu konuyla ilgili bende oluşan hisler, fikirler, beynimi tekrar kemirmeye başladı. Naçiz omuzlarımda bu düşüncelerin yüküyle yaşamaktansa bunların bir kısmını tekrar yazıya dökerek ruhumu biraz olsun rahatlamaya karar verdim.
Başlarken;
Öncelikle şunu bilmenizi isterim: Bizler göreceli bir dünyada yaşıyoruz ve bu görecelikten dolayı fikirlerimiz ve yaşantımız her an değişebilir. Kesin olarak doğru olduğuna inandığımız şeyler yanlış, yanlış bildiklerimiz de doğru çıkabilir. İnandığımız tüm değerler biranda alt üst olabilir. Olmayabilir de... Herhangi bir konuda, yaşadığımız süre boyunca haklılığımızı ispat edebiliriz. Hatta aradan 300 yıl geçse bile yine haklı görünebiliriz. Ama günün birinde inandıklarımızın tam tersinin doğruluğunun ispatlanıp ispatlanamayacağını bilemeyiz. Şimdi böylesine göreceli ve değişken bir dünyada yaşıyorken hiçbir şey için net fikirlere varılmamasını tavsiye ederim. Tarih nispeten gerçektir. Olmuş olan vakıalar sonucu insanlık tarihi bugünlere kadar gelmiştir ancak tarihin bile yanıldığına pek çok kere şahit olduk. Taraflı tarihçiler yüzünden bugün hala net olarak geçmişte neler yaşandığını bilemiyoruz. Şimdi olan şeyleriyse ancak şu andaki mantık pencerelerimizden görebiliriz ve bu gördüklerimiz yine aynı tarih, o güvenmediğimiz tarih tarafından haklı ya da haksız çıkartılacaktır…
Gökkuşağındaki tüm renklerin ve ara renklerin yer aldığı bir evrende yaşıyoruz. Yani sonsuz yorum ve olasılıklar denizinin tam ortasındayız. Belki de gün gelecek yeryüzündeki tüm düşünceler, varlığımızla ilgili neden ve nasıl soruları tek bir cümleyle açıklanabilecek. Zannediyorum o günden sonra konuşmaya da gerek kalmayacak, hiçbir konu hakkında yorum yapmaya da… Fakat o gün gelene kadar bizler düşünmeye, konuşmaya ve yorum yapmaya devam edeceğiz. Bu süre zarfında benim de yapacağım yorumların bazıları, içinde bulunduğumuz konjonktür içinde doğruymuş gibi görünse bile belki tarih ileride bunları haksız çıkartabilir. O yüzden düşünen bir beynin kuşkuculuğu hiçbir zaman elden bırakmaması gerekiyor. Modern hayat bir illüzyondan ibarettir. Bu yüzden daha dikkatli düşünmeli, tavşanın şapkadan nasıl çıktığını anlamak için sihirbazın hareketlerini iyi takip etmeliyiz. Çünkü gerçek, göremediğimiz o hızlı el hareketlerinde saklı. Buradaki asıl mesele sihirbazın el çabukluklarını görebilmek ve oyunu bozabilmektir. Kapitalizmin illüzyonu da propagandadır. Amiral gemileri de kurumsal firmalardır.
İnsan çiftlikleri: Kurumsal firmalar
Bir kurumsal firmayı iyi işleyen büyük bir çiftliğe benzetebiliriz. Çünkü kurumun insanlardan beklentisi çiftliğin süt veren sığırlardan beklediği verim beklentisiyle aynıdır. Bu çiftliklerde sistemin işleyişi şu şekilde oluyor: Önce İnsanları çeşitli özendirme taktikleri, türlü oyunlar, yalan dolan içeren propagandalarla çiftliğin içinde yer almanın ne kadar avantajlı olduğuna inandırıyorlar. Sonra da kapıdan içeri her girenin üstüne çiftliğin damgasını basıyorlar. Biranda o çiftliğin ineği oluveriyorsunuz. İşte o aşamada devreye insan kaynakları yönetimi giriyor. Bu da büyük aldatmacanın bir parçası. Kimin işletmeye daha faydalı olduğunu tespit edip, faydalı olmadığını düşündükleri çalışanları da kapının önüne koyuyorlar. Bazı çalışanların görevi de insan çiftliklerinde çalışanları tasnif edip, sınıflandırıp en etkin şekilde kullanmak oluyor.

Kusursuz işleyen bu sistemin bir de kurum kültürü ayağı var ki belki de içlerinde en tehlikelisi de budur. Çünkü kuruma giren insanları kurum kültürü adı altında farkettirmeden köleleştiriyorlar. Sistem sevdalıları öve öve bitiremezler ama kurum kültürü kadar tehlikeli birşey yoktur. Basarlar damgayı üstüne, o çiftliğin ineği olursun. Sonra da sahibim var diye etrafa caka satarsın. “Bilmem kimin oğlu bilmem nereye işe girmiş.” “Oo sağlam firma! Emekli olana kadar kalır orada!” Emekli olana kadar aynı işletmede çalışmak ne demektir? Sağarlar adamı orada yıllarca gıkı bile çıkmaz demektir. Aksine memnun olur düzenli sağılacağı için. Üstelik ne mutlu bizlere ki işyerimiz çok sağlamdır o yüzden de maaşlar düşüktür. Ee doğru ya işletme ne kadar sağlamsa maaşların da o derece düşük olması normaldir. Bu fikre de her nedense bir şekilde alışmışızdır. Çocuğunu da aynı fabrikaya sokmaya çalışır bu işçi. Çocuk eğer babasından daha uyanık değilse o da kaldığı yerden devam eder günde yirmibeş kilo süt vermeye. Ama bazıları da inek gibi sağılmak için dünyaya gelmiştir. Gözlerimle gördüm eğer sağmazsanız süt içinde kalıyor, meme uçları şişiyor. Sağacak yok mu beni diye bağırıyor bu tür sığırlar. İşte burada açıklıyorum: Kapitalizm sanıldığının aksine yahudilerin değil bu sığırların üstün gayretiyle doğmuştur.

Dışarıdan bakıldığında kusursuz gibi görünen bu sistemin insanlara neden bu kadar acı çektirdiğinin ve kurum kültürünün bu denli nefret uyandırmasının asıl sebebi, insanı değil karlılığı ön plana çıkarmasıdır. Hatta tek planı budur. Yani çalışanların birbirleriyle ilişkileri, bütün o yapılan kır gezileri, yemekler, motivasyon toplantıları bir yalandan ibarettir. Koca bir yalan… Çünkü çalışana yapılan tüm bu jestlerin arkasında sadece verimliliği arttırmaktan başka bir sebep yatmaz. Toplantılarında gösterilen tabloların kompozisyonunda sevgiyi bulamazsınız. Başarıyı, karlılığı, verimliliği gösteren grafikler vardır o tablolarda. Sistemde herşey başarıya endekslidir. Bu aktiviteler sevgiyle yapılmadığı için de hiçbir zaman kişiyi gerçekten mutlu etmez. Orada sadece basit sevgi gösterileri vardır. Sahte alkışlar ve gülümsemeler… Kurum kültüründe biz bir aileyiz imajı verilmeye çalışılır. Ama bu da koca bir yalandır. Çünkü aynı kurum, hastalandığınızda doktora gitmeniz için bile zor izin verir size. Sizden tek istedikleri günlük süt verme kriterlerine uymanızdır. Fakat maalesef çalışanların büyük çoğunluğunda bu motivasyon etkinlikleri işe yarıyor ve kendilerini çalıştıkları kurumlara adıyorlar. Hatta içlerinden bazıları kimliklerini o kurumla özdeşleştirdikleri için emekliye ayrıldıklarında kimlik bunalımına bile giriyor
Kariyerizm:
İşi patrondan daha çok sahiplenmenin erdem sayıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Herkes tabiî ki emeğinin hakkını almalı ve aldığı paranın da karşılığını vermeli ama günde dört saat çalışarak dünyanın şu andaki işleyişini devam ettirmek mümkünken günde oniki saat çalışmak niye? Aşk ve kölelik... Günümüzde bu iki durumda da görünmez prangalarla birilerine bağlıyız. Ya bir sevgiliye ya da efendiye... En kötüsü de efendiye derin bir aşkla bağlanmak! O durumda sadece bedenimizi değil ruhumuzu da teslim etmiş oluyoruz. İşte kariyer sevdası da böyle bir şey! Bir çeşit hastalık aslında bu. Adı da kariyerizm. İnsanlar işlerinde yükselmek için gece gündüz demeden o seminer senin bu kurs benim koşturuyorlar. Ama artık kariyeri dikey değil, yatay yapmanın, iş hayatı dışında özel ilgi alanlarına da yönelmenin gerekliliği anlaşılıyor. Bu alanların çeşitliliğini arttırmak, birbirinden farklı konularla ilgilenmek artık ruhlarımızı doyurmak için hayatımızın zorunlu bir parçası haline geldi. Ama mevcut sistemde maalesef bunu yapmak çok mümkün olmuyor. Patron, müdür, işçi kim olursa olsun herkes geride kalmamak için var gücüyle koşmak zorunda olduğunu hissediyor. O yüzden hergün saatlerce çalışıyoruz. Ama şöyle de bir gerçek var ki günde ondört saat çalışan birinin insanlığından bahsedemeyiz. O bir karınca olmuştur artık. Bir karıncadan da hayattan bir insanın aldığı zevkleri almasını bekleyemeyiz. Tatil günlerinizde yapacak bir şey bulamıyorsanız eğer, iş günün gelmesini ve fabrikadaki makinenizin ya da ofisteki masanızın başına geçmeyi sabırsızlıkla hatta tutkuyla bekliyorsanız eğer siz de bir karıncaya dönüşmüşsünüz demektir. İşte sistemin istediği çalışan profili de tam olarak budur. Kendini insan zanneden karıncalarız biz. Çoğumuzun bir türlü anlam veremediği derinlerde hissettiğimiz sıkıntı da bu aslında. Çünkü bizler özbenliğimizde karınca ya da sağılacak sığır olmadığımızı biliyoruz. Özbenliğimiz sisteme karşı bunun savaşını veriyor. Fakat benliğimiz sistem tarafından öyle bir sarılmış ki bünyesinde egomuzu besleyecek türlü unvanlar, para, şan ve şöhret bulunan kapitalizmin benliklerimizi kandırması çok kolay.
Matriksin ağlarından kurtulmak istiyoruz madem, öyleyse öncelikle bu ağın yapısını ve işleyiş şeklini çok iyi tanımalıyız. Sistemin çarkıfeleğini değil kendi kaderlerimizi yaşamanın zamanı geldi artık. İnsanlığın devamı için üretim mutlaka devam etmeli tabi ama bu işleyiş şu andaki şekliyle olmamalı. Üç kuruş fazla para ya da saygı duyulacak bir konum için başkalarının üstüne basarak yükselenler, hayatlarını bir unvana satmak isteyenler yollarına devam edebilirler. Onlar da birgün daha kuvvetli duyacaklardır özbenliklerinin sesini.
Sistemin tarumar ettiği, karanlık evrenlerini aydınlatmak isteyen spartaküsler! Yaşanılabilir insan merkezli bir dünya düşleyenler! İnsansı pembe hayallerinin peşinden koşmak isteyip de modern hayatın zorunlulukları denilen koyu lacivert bataklığa saplananlar! Buradan sizlere sesleniyorum. Herşey bir aldatmacadan ibaret! Herkes birbirini hatta kendisini kandırıyor. Bu hem fiziksel hem de varoluşsal bir acıdır. Sistemin başını tutanlar bile yarın ayakta kalabileceklerinden şüphe duyuyor. Şeytan pabucunu kafatasımızın üstünde giyiyor. Biz insanlar acıları belki tamamen yok edemeyiz ama pek çok şeyi değiştirebiliriz. Yeni bir dünya için değişim! Önce kendini değiştir! Çok düşün, olabildiğince az itaat et, sağduyulu ve merhametli ol… Hayatının merkezine parayı, kariyeri değil sevgiyi koy. Karınca değil insan ol. Hırs değil sevgi oL Göreceksin yüzünde çiçekler açacak…

1 yorum:

  1. merhaba Ozuak kardesim.yazilarini okumaya devam ediyorum.satir-satir satir aralariyla gunes gibi aydinlik fikirlerini izliyorum.selamliyorum seni.Indigolar cogaliyor.

    YanıtlaSil